9 Eylül 2021 Perşembe

Panteizm, Vahdeti vücud, Allah'ın Parçası Olmak


Panteizm, Evren’in ve doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşüdür. Panteistler, Tanrı’nın yarattıkların ayrı bir şey/kişileştirilmiş, var olan her şeyden apayrı bir parça/varlık olduğuna inanmazlar.

Vahdeti Vücut inancı İslam dinimize tasavvuf adı altında sokulmuş bir inançtır. Gerçekte İslam ile alakası yoktur. Panteist-Paganist bir inançtır. ‘’Allah’ın bir parçası olmak, her şeyde Allah’ın bir parçası olması’’ inancını barındırır. Özetle şunu diyor vahdet-i vücut ve panteizm inancı: ‘’Bende ve her şeyde Tanrı’dan bir parça/Tanrı’nın özü-cevheri var. Yani ben Tanrı gibiyim/Tanrısalım’’ ve aslında ‘’Tanrıyım.’’ Yani dağ, taş, evren = Tanrıdır buna varıyor bu inanç. Tanrısaldır çünkü Tanrı’nın bir parçasını taşımaktadır. (Panteizm/Vahdet-i Vücutta)

Tevhit dinine (İslam Dinine), Allah’ın birliğine şu şekilde sızıyorlar: ‘’Allah birdir ve biz de O’nun bir parçası olduğumuza göre; evren, sen, ben, her şey onunla bir. Onunla birleşiriz, Onunla bir oluruz, Onunla bir bütünüz.’’

Vahdeti Vücut ismi de bu söylediğim düşünce yapısından geliyor; bedenin, vücudun, evrenin birliği ve aslında altındaki inanç yani söylemek istediği, Tanrı ile bir olma. Hristiyanlarda İsa’ya Tanrı haşa Allah derken tüm bu kelime-felsefe oyunlarını yapıyorlar. Kimse Allah ile birleşemez.

Bu inanç öyle bir sızdırılmıştır ki İslam dünyasına, Allah’a hitap eder tarzda yazılan şiirlerde ‘’Kendimde seni gördüm, meğer ben senmişim, sen olmuşum (yani şair diyor ki ben Allah’mışım, Allah olmuşum).’’ gibi sözler vardır.

Bizde ise yani dupduru İslam inancında nasıl: ‘’Allah birdir ve her şey O’nun kuludur. Allah birdir, bir ve tek olan O’dur. Muhammed O’nun kuludur. Meryem, İsa Tanrı değildir veya Rabb gibi değildir, O’nun kullarıdır, kimse Allah’a benzemez, kimse Allah gibi olamaz, her şey O’nun kullarıdır, O efendidir, biz kul.’’

Vahdeti Vücut, Panteizm inancında ise ‘’Bizde Tanrı’dan parça var. Biz Tanrının parçasıyız. (Bende Tanrı var/Tanrısallık var)’’ algısı işlenir.

‘’Tanrının bir parçası olduğunu anladığında onunla bir olmaya, birleşmeye çalışırsın çünkü Allah birdir.’’ (Yani iyice Tanrılaşmak istiyor) Buna Uzakdoğu’da Nirvana deniyor. Tasavvufta ise Fenafillah deniyor yani Allah ile artık birleşme/bütünleşme. Hatta şöyle derler: ‘’Allah’a o kadar aşık olursun ki artık Allah sendedir yani sen Allah’sın.’’

Bu algılarını içimize sızdırmak için kullandıkları ayetlerden biri de Allah’ın insana ruhundan üflemesidir. Oysa ruh kelimesi Kur’an’da hayalet/enerji/aura gibi anlamlarda kullanılmaz. Ruh kelimesi Cebrail için, vahiy için kullanılır. Yani bu ayetten en fazla Allah’ın içimize vahiyden, saf-duru inançtan üflemesi yani fıtrat/vicdan üflemesi gibi şeyler anlayabiliriz. Bize kendinden bir parça verdi yani haşa Allah’lık parçası verdi gibi bir şey anlayamayız.

‘’Kendimde Tanrıyı gördüm’’ diyor Panteistler (Vahdeti Vücutçular). Bunu ‘’Kendime bakınca Tanrı’nın beni yarattığını gördüm’’ anlamında demiyor. ‘’Kendimde Tanrıyı gördüm yani ben Tanrı’yım’’ anlamında diyor. Bu yüzden ‘’Allah’ın tecellisi/Allah’ın tecelli etmesi’’ ifadelerini de kendi inançları yönünde kullandıklarına dair verilere ulaşabiliriz. Mesela tasavvufçu bir kadın televizyonda, ineğe tapanlar için ‘’Onlar aslında ineğe tapmıyor ki onda Tanrıyı görüyorlar. O putları öyle bir seviyor ki, onu yıkamaları, o hürmet… Beni çok etkiledi.’’ gibi şeyler diyor. ‘’İneğe tapanları sevelim o Allah’ı öyle buldu, o aslında o putu/ineği değil, Allah’ı seviyor.’’ diyor. Soruyorum, İslam’da, kendi elleriyle yaptıkları puta veya herhangi bir objeye, canlıya tapanlara karşı böyle bir hoşgörü var mıdır? Yoktur. İslam’a göre bu şirktir ve en büyük günahtır. Altında hiçbir bahane sunulamaz.

Tabi ki bizim gibi inanmıyor diye onlara saldırmamız ayetlere uymaz, onlar bize fiziksel olarak saldırmıyorsa tabi.

Tarih boyunca bu pagan inancı var olmuştur ve Tevhit dinine türlü şekillerde sızıyorlar. Hurafelerde de panteizm izi çok var. Mesela Kur’an’a göre Rabbimiz bize şahdamarımızdan daha yakın. Panteistler ise bu ayeti ‘’Allah sana şah damarından daha yakın yani bak Tanrı senin içinde.’’ diye saptırmaya çalışıyor.

Bizde ise nasıl ‘’Allah birdir’’, onlara göre ise ‘’Biz Allah ile birleşmeliyiz’’, işte bu da sırra ermek onlara göre.

Kur’an’da Panteizme ve Vahdeti Vücut inancına eleştiriler var. Allah’ın benzersiz olması, Allah’ın bir olup diğer her şeyin O’nun kulu olması (parçası veya uzantısı değil), Allah’ın doğurmaması...

Mesela şu ayet apaçık Panteizm’e ve Vahdeti Vücut’a eleştiri:

Kullarından bazısını, O’nun parçası saydılar. (Zuhruf, 15.ayet) İnsan apaçık nankördür…

(Çeviri orijinal metne baya sadık bir çeviri, Arapçasını da inceledim iyice.)

Panteistler süslü laflarla, bahsettiğim inançlara vardıkları için ve Zuhruf 15.ayet gibi ayetlerden ötürü, Tevhit ehli, Allah’ın insana ruh üflemesi ayetindeki ruhun şunun gibi şeyler olabileceğini söylüyor:

1. Canlılık/dirilik vermesi (Allah hep diridir hiç uyumaz, bizi de yokken diriltmiştir. Sonuçta baktığımızda maddeyiz, baya baya Kimya’da ifade edilen atomlar filan var bizde ama bunu dirilten şey ne? Canlı yapan ne yani? Bir ölünün bile hala canlı olan bir sürü hücresi var)

2. Bilinç vermesi (Allah her zaman bilinçli olandır. Bizi atomlardan maddeden var etti ama ona yani bize bir bilinç üfledi)

3. Fıtrat vermesi (Allah iyidir ve bizi de iyilik üzerine uyumlu olacak şekilde yaratmıştır. Bu yüzden kendindeki iyilikten/hakikatten/gerçekten vermiştir). Mesela sırf aklıyla bile Tanrının 1 Tanrı olması gerektiğine varanlar var, sırf aklıyla Tanrının var olduğuna varanlar var, bu da fıtratlarından kaynaklı aslında. Fıtratı hepimiz biliyoruz zaten kendi kendimize şahit olarak.

4. Vicdan vermesi (Allah iyidir bu yüzden bizi de buna göre tasarlamıştır mesela Kur’an’ı bilmeyen bir insan bile kötü bir şey yaptığında içinde rahatsızlık duyabiliyor, bu da Allah’ın verdiği vicdan pusulasından kaynaklı)

Bu gibi gerçeklerden ötürü o ayette geçen ruh kelimesine vahiy/ilham diyenler var. (İçimizde vahiyle uygun bir vicdanın olması yani) Hatta Araf 172.ayetteki ‘’Ademoğullarından zürriyetlerini aldık sonra onlara ‘Tanrı birdir’ dedik.’’ mesajını bu gerçeklere bir ışık olarak anlayabiliyoruz.

Ruh nedir sorusuna ayrıca Kur’an’da İsra 85.ayette şöyle cevap veriliyor: ‘’size ondan az bir bilgi verilmiştir ve o Rabbimin emrindedir.’’ Yani Kur’an’a göre Ruh, Rabbimizin emrinde olan bir şey. İçimizdeki vicdan, fıtrat olabilir, vahiy olabilir… Fakat Rabbimizden Rabb’lik bir şey almak değil!

Kur’an’da ‘’Allah’ın bize ilimden az bir pay vermesi’’ de geçiyor. Ruh, bu ilim de olabilir. (Bkz: İsra 85.ayet) Bazı ayetlerde, vahiy meleği için de Ruh ifadesi geçiyor. Bu gibi geçerli sebeplerden ötürü Ruh ifadesini vahiy/fıtrat/vicdan/can bulmak/hakikati anlama gücü/içinde gerçeği hissetme/vahiy meleği gibi anlamlara bağlıyor Tevhit ehli. Tarihte panteist saçmalıkları görüp, bize ruh verilmesini böyle ifade edenler olmuş.

Kuran’dan da görebiliyoruz, küfre sapanlara seni kim rızıklandırıyor diye sorsak ‘’Allah’’ diyen ama şirk koşanlar var.(Bkz: Ankebut 61.ayet, Zümer 38.ayet) Mesela Allah diyor ama gidiyor ateşe tapıyor. Bunu da şöyle gerekçelendiriyor: ‘’Ateşte tanrısallık var, tanrı o ateşe girdi, tanrı o ateşe nüfuz etti, Tanrı’nın parçası onda dolayısıyla o Tanrısal/Tanrı’’

Panteizmin değişik çeşitleri var tabi. Her şeyi tanrısallaştırma olabiliyor, 1 nesnede veya 1 kişide Tanrısallık olduğunu iddia etme olabiliyor, bazı kişilerde Tanrı’nın parçası (tanrısallık) olduğunu iddia etme şeklinde olabiliyor. İsa Tanrı’nın oğludur/parçasıdır yani Tanrı’dır sonucuna da işte bu panteist kafa ile varıyorlar. Paganizm ve Şamanizm’de de sıkça bu Panteist zihniyete denk gelebiliriz. Malum Bizans, Hristiyan olmadan önce Pagan’dı. İşte Panteizmi, Paganlığı böyle böyle sokuyorlar tevhit dinine. Toplumlarda duru inançla, kendi inançlarını harmanlama çok görülen bir şey.

Cehennemin ve cennetin sonsuz olmadığını iddia edenler de var aslında bu inançta Panteizm-Pagan kaynaklı. Neden? ‘’Tanrı kendi parçasını neden cezalandırsın?’’ gibi bir mantık yürütüyorlar. Cennetin de bir sonu var çünkü artık Allah ile bir olacaksın sonunda, gibi bir inanç oluşturuyorlar. Haşa.

Tanrı kendi parçasına ceza verse bile sonra cennete alacak diyenleri var mesela. Çünkü sonuçta kendi parçası diye düşünüyorlar. İslam’a giren cehennemliklerin eninde sonunda cennete geçmesi hurafesinin kaynağı da Pagan-Panteist kaynaklıdır. Kur’an’da cehennemden cennete geçiş gibi bir anlatım olmadığı gibi, cehenneme girenin ebediyen cehennemde kalması ve cenneti yaşamaması var.

Kur’an’da dönüşümüzün Allah’a olduğu söyleniyor ama bu Allah ile birleşmek anlamında değil. Ölüp yeniden dirilmek, Ahirete gitmek, hesap gününe gitmek anlamında. Panteistler ise Allah’a dönüşü bu anlamda kullanmıyorlar. Her Allah’ın parçasıyız diyen de Panteistler gibi şirk anlamda kullanmıyordur diye düşünüyorum. Allah’ın parçasıyız ifadesini O’nun kuluyuz, O’na aitiz anlamında da kullananlar vardır. Zaten yazının hedefi bu gibi ifadeleri şirk olarak kullananlar. Allah’ın tecellisi ifadesini panteistler gibi şirk içeren anlamda kullananlar var, fakat Allah’ın yaratması anlamında kullananlar da var. Şans kelimesini Allah’ın verdiği bir talih anlamında kullananlar olabildiği gibi Allah ile alakası olmayan anlamında kullananlar da olabiliyor. Tesadüf kelimesini günlük hayatta denk gelmek, bir şeyi plan kurmadan gerçekleştirmek olarak kullanan ve olayları Allah’ın denk getirmesinden bağımsız görmeyenler var.

25 Mayıs 2021 Salı

Hz.İbrahim ve Hz.Muhammed Hakkında Düşündürücü İki Ayet

Hz.İbrahim hakkında:

Tevbe Suresi 114.ayet: Şu bir gerçek ki, İbrahim başkaları için gamlanıp ah eden/çok içli/çok duygulu, ince yürekli/yumuşak huylu bir insandı. 

Hz.Muhammed hakkında:

Tevbe Suresi 128.ayet: Andolsun, içinizden size onurlu bir elçi gelmiştir. Sizi rahatsız eden şey onu da üzer. Çok düşkündür size. Müminlere karşı çok şefkatli çok merhametlidir. 



22 Nisan 2021 Perşembe

Ahlakı nasıl temellendirebiliriz?


Cinsiyet eşitliğini savunan bir sayfa, geçenlerde ateist birinin bir sözünü paylaşmış. Kısaca bu ateist şahıs eşcinselliğin hayvanlarda da olduğunu, bunun bir çeşitlilik olduğunu ve bu yüzden doğal/normal olduğunu söylemiş. Sayfada da bu sözler paylaşılmış. Eşcinsel hissedeni dinen lanetlemeyi, günahkâr ilan etmeyi doğru bulmuyorum. Çünkü bu durumun çocukluktan gelme gibi durumları söz konusu. Fakat eşcinsel seks ve eşcinsel evlilik dinen yasak. Eşcinsel seks doğada da var diyerek böyle bir ilişkiyi ‘’normal’’ ve ‘’doğal’’ ilan etmelerinden gına geldi.

Ensest hayvanlarda da vardır, peki ensest doğal bir durum mudur? Hayvanlar annesi, kız kardeşi, kızı ile çiftleşiyor, ne olacak bu iş?

Yumurtlayan hayvanlarda namus cinayeti görülüyor.

Dişi örümcek erkeğini çiftleştikten sonra öldürüyor.

Horozun haremi var bir sürü tavukla beraber oluyor.

Bir goril cinsinde 1 gorilin çok eşi oluyor, dişi gorilin 1 eşi.

Bunlara da tamam mı?

Hayvanlarda bizim için ahlaka uygun olmayan pek çok örnek var. Zaten onlarda ahlak yok, ahlak bizim için. Hayvanların tabi olduğu şey başka. Mesela dişi mürekkep balığı bir erkek mürekkep balığını çiftleşmek için seçiyor. Erkek, dişi ile çiftleşecekken, dişiye fark ettirmeden, araya başka bir erkek mürekkep balığını alıyor. Dişi seçtiği erkek ile çiftleştiğini sanarken aslında başka bir erkek ile çiftleşiyor. Bilmem anlatabildim mi J Hayvanlar aleminde ahlak olmadığı için her şey olabilir.

Arılarda yönetici kadın diye bizim dünyamızda da erkeklerin yönetici olması ahlaken doğru görülmesin mesela?

Aslanlarda erkek aslan yatar, dişi aslan avlanır, erkeğe yemek getirir. Erkeğin ev işine ve yemek yapma sorumluluğuna asla karışmamasını, bunları kadının yapması gerektiğini aslanlardan temellendirelim?

Ahlak ilkeleri hayvanlara bakarak anlaşılmaz. Ki doğada pek çok türde kendi yavrusunu yiyen, kendi yavrusunu öldüren pek çok erkek vardır.

Ahlak hayvana, doğaya bakarak temellendirilemez. Ahlak Kur’an ile temellenir ancak Kur’an ile. İnanmayan ise kafasına göre, keyfine göre temellendirir. Mesela bir ateiste göre eş değişimi ahlaksız iken, başka bir ateiste göre normal-ahlaki olabilir. Ayrıca bir eylemin ahlaken doğruluğu insanlarda yaygın olmasına göre bile belirlenemez! Ünlü Milgram deneyinde insanların çoook çoook büyük çoğunluğu otorite emrettiğinde bir başka insana işkence yapmıştır. Pek az insan bunu reddetmiştir. Kadına tecavüz, eşine şiddet uygulama erkeklerde yaygın diye bu eylemler ahlaka uygun veya doğal olmaz! Pedofili hayvanda da insanda da var diye bu da ahlaka uygun olmaz! Erkeklerin %100 ü eşini aldatsa bile, bu eylem ahlaka uygun doğru olmaz! Ki pek çok toplumda ve pek çok zamanda çok değişik ahlak anlayışları ve yaygınlıkları görülmüştür.

Ahlaken bir şeyin doğruluğu ancak insan olmayan veya insan ürünü olmayan bir merciin belirtmesi ile temellendirilebilir. Örneğin kimse görmediğinde ve kimse bilmeyecek olduğunda hırsızlık yapmaktan veya tecavüz etmekten haz almanın ahlaken yanlış olduğunu temellendirmek felsefi açıdan mümkün değildir. Mümkün olsaydı ahlakı belirlemeye çalışan pek çok farklı ahlak kuramı olmazdı. Nitekim tarihte ‘’sana haz veren eylem, iyidir, başkasına faydası önemli değildir, kendi faydanı gözetmen iyidir’’ gibi ahlak anlayışları sunanlar olmuştur. Vicdan filan da belirlemez ahlakı, herkesin vicdanı kendinedir. (Herkesin vicdanı bir konuda farklı farklı şeyler söyleyebilir)

Kısaca ahlak, insan dışı otorite ile temellendirilebilir. İnanıyorsanız o otorite ancak Tanrınız olabilir. İnanmıyorsanız ‘’kafanıza’’ göre bir şey uydurursunuz ve herkese göre değişebilirdir bu. Hatta coğrafyaya, başka zamanlara göre, bir başka insana göre değişen bir ahlak anlayışınız olur.

Yazının girişinde bahsettiğim bu ateist şahıs eskiden cezaevlerinde insanlara dışkı yedirilmesi hakkında ‘’dışkı yemek çok yararlıdır, aslında işkence değildir, güzel bir şeydir, maymunlarda da bir başka maymunun dışkısını yediği görülür.’’ gibi açıklamalar yapmıştı. Eşitlik, haklar diye ortaya atılan bir sayfanın sırf ateist diye şunu diyebilen bir şahsı paylaşması da... Müslüman birisi ‘’kadın dövmeyi’’ savunan bir hocayı paylaşsa anında fişlerler. Ki bence hocacılık zaten başa beladır. Ben her 2 zihniyetteki insanı paylaşmak istemem.

Kısaca bir insan tüm arzularına, hırslarına, çıkarına, hazlarına, korkularına, kızgınlıklarına rağmen Tanrı’nın koyduğu yasalara göre kendisini geliştirmek, O’nun yasalarına göre eylemlerini belirlemek, niyetini ve kalbini temizlemeye çalışmak zorundadır, nokta. Bu yasalara tüm insanlık uysa da uymasa da her birey kendinden sorumludur. İnsan pek çok farklı şekilde geliştirilen kanunlara ve ahlak anlayışlarına uyabildiği ve onlara göre davranabildiği gibi, esas olarak Tanrı’nın kanunlarını temel alarak hayatta adım atmalıdır. Zaten insan bunu yapabilecek kabiliyete de sahiptir.

Hayatın gelip geçici olduğu ve çok kısacık olduğu bu yerde, Tanrı’nın yasalarına göre yaşamaya çalışmak insana en çok iç huzurunu verebilecektir.

Yanlış konuştuysam, yanlış bir söz ettiysem, Allah affetsin. Sevgiler.

Ayrıca: 

Ders veren bir masal, Korsan Prenses: http://ozgurvedindar.blogspot.com/2019/01/korsan-prenses.html

Kur'an'da, SADECE, Allah'a İnanırken Bir Yandan Şirk Koşanlardan BAHSEDİLMEZ! Ateistlere Deistlere de Cevaplar Vardır!!! Yazıhttp://ozgurvedindar.blogspot.com/2018/09/allah-sadece-kendisine-inanp-sirk.html


Allah imanı kime verir? Yazı:

28 Mart 2018 Çarşamba

Evrendeki 4 Temel Kuvvet ve Allah'ın Hakimiyeti...

Allah, pek çok ayetinde, bizleri yarattıkları üzerinde düşünmeye davet eder. Yeri ve göğü yani evrenimizi incelemeye bizleri çağırır. (Bkz: Ali İmran 191) İman eden ve Allah’ı gereğince takdir etmeye çalışan, O’nun bizlere indirdiği kitabı hakkıyla okuyan ve akıl eden kişi bilir ki; evrenimizi incelemek yani bilimsel incelemede bulunmak, bizleri Allah’a daha da yaklaştıran, O’nun yüceliğine ve bilgisine şahit olarak O’na daha da ısınmamızı sağlayan güzel bir kaynaktır. Bizler, bilemediğimiz bilgilerden ötürü değil, öğrendikçe ve bilgimizi arttırdıkça daha da Allah’a şükreden kullar olmayı ve ancak bilgi sahibi olarak gerçek iman edenlerden olabileceğimizi Kur'an'dan öğrendik. Bu anlamda, bilmediği her şeyi (haşa) Tanrı’nın varlığına yorduğumuz iftirasını içeren boşlukların Tanrısı iddiasını da kınıyorum. Bizler, Kur’an’a uyma gayretinde olacaksak, bilgiyi seven insanlar olmalıyız.
Evrenimizdeki 4 temel kuvveti düşünürken, Allah’ın ne kadar da Yüce bir Yaratıcı olduğunu içimde idrak ediyordum… Gerçekten, Allah çok çok Yüce. Bilgisi sonsuz derecede derin ve uçsuz bucaksız. Evrenimizi incelediğimizde, en ufak bir detayın bile atlanmadığını, ince ince hesaplar içerdiğini, tüm evrenimizdeki her detayın –en ufak zerresinden, en birbiri ile alakasız gibi görünen oluşumların- birbiri ile ilintili olduğuna şahit oluyoruz. Örneğin, damarımız içindeki kanın basıncı ve dış ortamdaki basınç… Hepsi birbiri ile etkileşimde bulunmak durumunda olduğundan, her bir yapı hassas bir dizayn ve akla ihtiyaç duyuyor. Bu dizaynı oluşturan Yüce Aklın sahibi tabii ki bu koca Evrenden üstün olması gereken bir Yaratıcı, Allah. Evreni ve oluşabilecek diğer ihtimalleri (evrenler) düşününce, Yaratıcının sınırsız bir güce, kudrete, akla sahip olması gerektiğini de anlıyoruz.
Evrenimizdeki 4 temel kuvvete dönelim ve bunların ardında işaret edilen akla, merhamete ve bilgiye bakalım derim… Yani Rabbimizin merhametine, aklına, bilgisine…
Evrenimizde 4 temel kuvvet var. Bunlar:
1.   Güçlü Nükleer Kuvvet
2.   Zayıf Nükleer Kuvvet
3.   Elektromanyetik Kuvvet
4.   Kütle Çekim Kuvveti
Güçlü Nükleer Kuvvet:
Çevremizde gördüğümüz her şeyin, kendimiz de dahil olmak üzere atomlardan oluştuğunu biliyoruz. Atomun çekirdeğini oluşturan tüm parçacıkları bir arada tutan ve fizik kurallarının tanımlayabildiği en şiddetli kuvvet güçlü nükleer kuvvettir. Bu kuvvet, atomun çekirdeğindeki parçacıkların dağılmadan bir arada durmalarını sağlar. Atomun çekirdeği bu şekilde oluşur. Bu kuvvet o kadar büyüktür ki çekirdekteki parçacıkların adeta birbirine yapışmasını sağlar. Bu yüzden bu kuvveti taşıyan çok küçük parçacıklara Latincede yapıştırıcı anlamına gelen gluon denilmektedir.
Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, her şeye vekildir.
(Zümer, 62.ayet)
Zayıf Nükleer Kuvvet:
Evrendeki tüm düzeni sağlayan en önemli etkenlerden biri de atomun kendi içinde dengeli bir yapıya sahip olmasıdır. Bu denge sayesinde, maddeler bir anda bozunmaya uğramaz ve insanlara zarar verecek ışınlar yaymaz. Atomun bu dengesini sağlayan (Allah’ın rahmet ve kudreti ile yarattığı) çekirdekteki parçacıklar arasında var olan zayıf nükleer kuvvettir. Zayıf nükleer kuvvetin etki ettiği parçacık bozunarak, kendisi ile akraba bir parçacığa dönüşür. Böylece atom, parçalanmadan başka bir atoma dönüşüp varlığını korumaya devam eder.
O, dilerse yok eder ve yeni bir yaratma ile yeni şeyler getirir.
(İbrahim, 19.ayet)
Bu kurulan sistem sayesinde, canlılar, kontrolsüz olarak çevreye dağılıp zarar verecek parçacıklardan gelebilecek tehlikelere karşı adeta bir emniyet kemeri gibi korunmuş olur.
Size Rahman’dan başka yardım edebilecek ordular kimlerdir?
(Mülk, 20.ayet)
O rahmandır, rahimdir. (merhamet gösterendir/merhametin kaynağıdır) (Bakara, 163.ayet)
Elektromanyetik Kuvvet (Elektronları Yörüngede Tutan Kuvvet):
Bu kuvvetin keşfedilmesi, fizik dünyasında bir çığır açtı. Her cismin kendi yapısal özelliğine göre bir elektrik yükü taşıdığı ve bu elektrik yükleri arasında bir kuvvet olduğu öğrenilmiş oldu.
Kütle Çekim Kuvveti (Evreni Yörüngelerde Tutan Kuvvet):
Bir haberleşme uydusunun dünya etrafında sabit bir yörüngede dönmesi, evrendeki gezegen, yıldız ve uyduların denge içinde hareketlerini sürdürmesi, suların şelalelerden aşağı doğru akması, yeryüzünde rahatça yürüyebilmemiz gibi bir çok olay kütle çekim kuvvetinin varlığı ile gerçekleşmektedir. Okyanus kenarlarında daha rahat gözlemlenebilen gel git olayı da bu kuvvetin varlığına örnektir.
Bu kuvvetten ve daha pek çok fiziksel kuvvetin varlığını kullanarak, Allah’ın yarattığı materyalleri ve onlara koyduğu potansiyelleri kullanarak, hayatımızı kolaylaştıran bir sürü alet oluşturuyoruz. Bunları oluştururkan kullandığımız akıl bile O’nun vermesi. Bu sebeple, aslında insan oluşumu diye adlandırılan teknolojik ürünlerin esas Yaratıcısı da Rabbimiz. Bunları yapmamıza izin veren de O. (Bkz: Zuhruf 12.ayette dediği gibi gemileri yaratan O)
Atoma, atom ağırlığına ve atom altı parçacıklara işaret eden şu ayeti de paylaşarak yazımı bitirmek isterim:
Yeryüzünde ve gökyüzünde zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden gizli kalmaz. O’ndan daha büyüğü veya daha küçüğü yoktur ki, Kitab-ı mübin’de olmasın. (Yunus, 61.ayet)
Allah’ın verdiği akılla, Allah’ın yarattığı mükemmellikler üzerinde daha da düşünmemizi ve bu düşünce ile kibirlenmek yerine daha da şükreden, boyun eğen, teslim olan, takdir eden kullardan olmamızı temenni ederim.
*Fizikçi değilim, yazıdaki bilgiler benim öğrendiklerim. Sevgi ile…

30 Kasım 2017 Perşembe

İhtiyacımızdan Fazlasını Almak, Günah mı?

Konu israf oldu mu, dini sohbetlerde her zaman söz, ihtiyaçtan fazlasının israf olduğu söylemine gelir.

Müslümanlara ihtiyaçtan fazlasını haramlaştırmaya çalışanlara aslında sadece şu ayetle cevap vermek bile yeterli olacaktır:

Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti (süsleri), kim haram etti?
(Araf 32.ayet)

Bu ayetten açıkça anlıyoruz ki, bir Müslümanın süslere sahip olması helal. Süs nedir? Örneğin, evinizde masaya koyduğunuz biblo bir süstür, evinizdeki bir bitki ve saksısı bir süstür, duvarınızın bir köşesine astığınız bir tablo, kulağınızdaki küpe süstür… Yani süs, temelde yaşamanız için İHTİYAÇ DUYMADIĞINIZ, yaşamınızı sürdürmeniz için yemek içmek barınmak gibi ŞART OLMAYAN, tamamen estetik beğeniden ötürü yararlandığınız eşyalardır. Yani, Allah, bir Müslümanın sadece barınma, yemek, içmek, tuvalet, giysi, ısınma gibi hayatını devam ettirmesi için şart olan materyaller dışındaki şeyleri de HELAL KILMIŞ. Çünkü insan, bir hayvan gibi sadece yeme-içme ve çoğalma odaklı bir varlık değil. Estetik kaygıları da olan, estetikten haz alan, bazı duygulara da ihtiyaç duyan sosyal bir varlık aynı zamanda. Aslında bu ayet başlı başına, “Müslüman 1 lokma 1 hırka ile tamam olmalı” gibi bir anlayışı yerle bir ediyor.

Kur’an, kendi kendisini tefsir eden bir kitaptır. (Bkz: Furkan Suresi 33.ayet) Dolayısıyla, ayetleri, Kur’an’ın kendi kendisini açıkladığı yani tefsir ettiği ilkesine dayanarak ele alırız. Bir ayette geçen bir kelimenin birden fazla anlamı olabilir. Bu anlamların önce hepsine bakarız, diğer ayetlerle uyuşmayan bir anlamı varsa, o anlamı atarız. Örneğin kadını dövmek diye çevrilen ayetteki darabe kelimesinin bir sürü anlamı vardır. Lakin bir kadını doğru bir davranışa yöneltmek istiyorsak, dayak-küfür gibi kabalıkların tam tersine iyiye yol açmayacağına dair de bir sürü ayet vardır(Bunlardan sadece biri, Ali İmran 159.ayet). Dolayısıyla kelimenin dövmek anlamı alınamaz.

Bakara 219.ayet:
Sana neyi infak edeceklerini (ne kadar maddi yardımda bulunacaklarını) soruyorlar. De ki “bağışladığınız/vazgeçtiğiniz kadarını”

Allah’ın paramızın ne kadarını başkaları ile paylaşmalıyız sorusuna verdiği cevabın bildirildiği bu ayet, iki şekilde çevrilmekte. Bazıları “ihtiyaçtan fazlasını” şeklinde çevirirken bazıları “bağışladığınız kadarını/vicdanen gönülden verdiğinizi” şeklinde çeviriyor. Bu bahsettiğim Kur’an’ın kendi kendisini açıkladığı ilkesine dayanarak (zira bu ilkeyi de Kur’an’da ayetleriyle bize bildiren yüce Rabbimiz), ihtiyaçtan fazlasını şeklinde bir çeviri yapmanın doğru olmadığını görebilmekteyiz. Eğer ihtiyaçtan fazlası bize yasaksa, bu durumda, bir Müslümanın 1 bibloya, 1 küpeye de ihtiyacı olmadığını söylemek mantıklı olduğundan, süslerin de günah olduğunu söylemiş olmaktayız. Bu da yazının başında verdiğim ayete ters düşüyor.

Düşünün, önünüzde 2 tane yatak örtüsü var. Bir tanesi simsiyah, diğeri ise canlı güzel bir renk ve desende, üzerine de boncuklar simler işlenmiş. Siyah olan daha ucuz, ikisi de kalite olarak aynı, sadece diğeri “süslü”. Eğer bir Müslümana ihtiyaçtan fazlasını almasının haram olduğunu söylersek, pekala ucuz ve siyah olan ihtiyacını karşılayacaktır. Ama bunu yaparken ise “süslü olanı” yasak ilan etmiş oluyoruz. Bu tavır da yazının girişinde bahsettiğim Araf Suresi 32.ayete ters. Dolayısıyla, ne kadar bağışlıyorsak, o kadarıdır infakın (maddi yardımın) miktarı. Zaten bu miktar arapça “afve” kelimesi ile ifade ediliyor, “affedilen/vazgeçilen” anlamında.

Geçenlerde, dini konuların anlatıldığı bazı programlarda, Kuran merkezli konuşan ve hoca olarak nitelendirilen bazı insanlardan da “ihtiyacımızdan fazlasını almamak gerektiğine dair” dolaylı anlatımlar dinledim ve açıkçası Kur’an’ı merkez alarak konuşan kişilerin de israf konusunu bu şekilde anlatmalarına canım sıkıldı. Öyle ki sohbetlerinde “eskiden uçak yoktu, araba otobüs vardı, ne var ki uçağa biniyorsun, araba da seni gideceğin yere götürüyor” gibi daha pahalı olan bir ulaşım yöntemini sanki gereksizmiş gibi yani dolayısıyla israfmış gibi anlatıyorlardı. Oysa ki uçak, belki de otobüsle 20 saat sürecek yolu, 1.5 saate indirmemize yarar. Muazzam bir vakitten kazanma yöntemidir. Vakitten kazanmayı geçtim, saatlerce bir koltukta vücudun tutularak, doğru düzgün uyuyamayarak, daha tehlikeli ve haliyle daha stresli bir yol çekmeni de engeller. İnsanın o 1 otobüs yolculuğunun yol yorgunluğunu atması için ertesi günü de heba olur. Tuvalet gibi zaruri ihtiyaçlarını istediği gibi gerçekleştiremez örneğin sık sık su içemez. Sürekli oturduğu için bağırsak sıkıntıları da yaşar. Belki 40 lira, 50 lira fazla para ödeyeceksindir ama sağlık açısından da vakit açısından da, daha zinde bir vücut ve zinde bir beyin için o 40 liranın bir önemi olmaz. Bir Müslümanın, Allah’a daha iyi hizmet edebilmesi için zinde bir beyne, bedene ve kaliteli kullandığı vakte ihtiyacı var, kalitesiz giden vakte değil. Otobüs demek belki 20 kat fazla vaktini yolda harcamak demek.

Üstelik de Nahl Suresi 8.ayette eşek gibi at gibi insanların bir yerden bir yere gitmesini sağlayan taşıtlar örnek verilerek, Allah’ın daha neler yaratacağına da dikkat çekilir. Zuhruf 12.ayette gemileri yaratanın Allah olduğu bildirilir (geminin gitmesini sağlayan fizik kurallarını, mühendise aklı veren O’dur sonuçta)…Bu ayetler ışığında Allah, insanlara birer nimet olarak uçakları, arabaları yaratacağının da müjdesini vermiş oluyor. Bahsettiğim programda “ne var arabası olmayan da bisikleti ile idare etsin araba istemesin veya işe 1 saat bisikletle gitsin ne var eskiden araba da yoktu” tarzında örnekler de verilmeye devam edildi. Eskiden bisiklet de yaygın değildi. Hepimiz şimdi eşekler ile seyahat etmeye filan mı dönelim? Hatta yürüyerek de yolculuk etmek zorunda kalan kişiler çoktu. Benim büyük ninem, şehirde okuyan çocuklarına her gün yiyecek götürür ve kaç km yol yürümek zorunda kalırmış (araba gibi bir imkanı olmadığı için). Araba da, uçak da, eve koyulan biblo da Allah’ın bizlere lütfu olarak Kur’an’da dolaylı anlatımlar ve kelimelerle işaret ettiği ve helal kıldığı güzel nimetlerdir. Bunlardan birinin günah olduğunu israf gereksiz olduğunu ima etmek bir Müslümanın haddi olmadığı gibi, küçümsemek de yakışmayacaktır. Zira Allah, bu saydıklarıma ayetlerinde “güzel nimetler” olarak işaret ederken, güzel nimetini küçümser gibi konuşmak kimin haddine? İhtiyaçtan fazlasının Müslümana haram olduğunu ima etmek, zaten hayatta kalmamızı sağlayan şeyler dışındaki her şeyi dışlamak demektir. Bahsettiğim programda “karnımızı doyurmaktan başka hiçbir şeyin ihtiyacımız olmadığını unutmamalıyız” dendi. Hatta bu söylem daha da genişletildi “ısınmamız, barınmamız, yemek yememiz ihtiyaçlarımız, başka neye ihtiyacımız var ki?” denildi.

Bir insan tatile gitmese de hayatta kalabilir. Lakin Allah, yeryüzünü üzerinde dolaşmamıza elverişli olarak yarattığına da dikkat çekiyor. (Bkz: Nuh 19-20.ayetlerde) Yani gezmemiz de tatile gitmemiz de Rabbimizin bize işaret ettiği üzerimizdeki bir nimet. Hayatta kalmamız için temel ihtiyaçlarımız dışındakileri elimizin tersi ile itmemiz ve temelde ihtiyacımız olmayan güzellikleri küçümsemek Müslüman bir tavra yakışmaz. Yarattığı güzelliklere bakmamıza, hatta hayatın başlangıcını düşünmemiz için bizi gezmeye çağırıyor Ankebut 20.ayette. Önceki yaşayan insanların bıraktığı eserlere de bakmaya, gezip görmeye çağrılıyoruz (Bkz: Mümin 82.ayet). Yani biz bir kumsala gittiğimizde, kuma, güneşe, gökyüzüne, yanımızdaki ağaçlara bakarken Allah’ın yarattığı bu güzelliklere şahit olarak O’nu övdüğümüzde aslında ibadet etmiş oluyoruz. Yahut Mısır’da Piramitleri gezerken Allah’ın ayetlerde dikkat çektiği ibretleri düşündüğümüzde de ibadet etmiş oluyoruz. Yani, Allah’ın bu emirleri bile sırf barınma-giyinme-yemek gibi temel ihtiyaçları yasaklayan bir anlayışa zıt, zira bu saydığım şeyler tamamen manevi dünyamızı doyurmakla ilgili. Bir müzik CD’sine de hayatta kalmamız için ihtiyacımız yok ama o da tamamen manevi dünyamızı doyurmakla ilgili çünkü sosyal bir varlık olarak yaratıldık ve Rabbimiz de bizim hayvanlar gibi sırf hayatta kalmamız için nimetlenen canlılar olarak yaşamaya zorlamıyor.

Bahsettiğim programda “akıllı telefon yoktu, bir alo demeye önceki telefonlar da yetiyor” dendi. Bu cümlede fark ettiyseniz, her ay yeni telefon almak, sürekli bir üst çıkanı için hırslanmak eleştirilmiyor… Akıllı telefon, internet kullanmak ve pek çok internet üzerinden yapılan işi kolayca yapmak demektir. Bu imkanları hele ki bir Müslüman, Allah yoluna çağırmak için kullanıyorsa büyük nimet demektir. Diyelim Allah yoluna insanları çağırmak için kullanmıyor, sırf ekran görüntüsünün kalitesini arzuluyor, kaliteli görüntüde videolar izlemek istiyorsa, yazının başında verdiğim süslerin helal olduğuna değinen ayeti düşünürsek, kimin haddine olur, sanki akıllı telefon kullanmanın israfa girdiğini söylemek? Aslında bahsettiğim programda bu örnekler bir yandan da “hep elimizdekinden daha iyisini isteyerek mutsuz olmak, elimizdekine şükretmemek” anlamında da verildi. Bu söyleme sonuna kadar ben de katılıyorum elbette ama bunların kullanılmasının bir nevi ihtiyaç dışına çıkarak israf olduğu imalarına, ayetler ışığında katılmam mümkün değil. Bu şekilde, her yeni çıkan teknolojik yeniliği, Allah’ın yeni ve güzel nimeti değil de gereksizlik olarak nitelendirirsek, “uçak yokken araba vardı” “araba yokken bisiklet vardı” şeklinde yenilikleri eleyerek ve bu yenilikleri kullanmanın gereksiz olduğunu iddia etmeye gidersek, mesele sadece “hayatta kalmamızı karşılayacak maddi şeyler edinmek” ise ilk uygarlıklar gibi sadece bir yerlerimizi örtecek 2-3 kumaş ile topraktan yapılan çanak çömlek ile, hatta basit barınaklarda yaşamak gerektiği sonucuna varmalıyız. Zira bu şekilde de temel ihtiyaçlarımız karşılanmış oluyor.

Eğer ki bir kadına, “4.ruju alma, onun yerine bir fakir doyurman daha hayırlı olur” diyeceksek başka (burada kaba taslak bir örnek verdim herkesin imkanı başka) ama eğer o kadın o 4.ruju da kullanacaksa o ruju almasının günah olduğunu söyleyemeyiz. Eğer aldığımız bir şeyi kullanmıyorsak, o şeyin kullanılmadan çöp olmasına sebep oluyorsak yaptığımız israf olur. Aldığımız 1 bibloyu hiç sergilemeden, kendi gözümüzden de uzak tutup karanlık bir dolap altında saklıyorsak bu israf olur. 10 gömleğimizin 10’unu da giyiyorsak bu israf değildir ama aldığımız gömleği dolapta unutuyorsak ve kullanmıyorsak bu israftır.

Zira Allah da ayetinde “yiyin için fakat israf etmeyin” (Araf-31.ayet) diyor, yiyeceğimiz lokmanın miktarına veya pahalılığına değinmiyor. Örneğin avokado pahalıdır, daha ucuz ve onunla aynı besin değerinde meyve yiyin gibi bir yönlendirme yapmıyor (Allah bu bahsettiğim örneği ayetlerdeki anlatımlarla anlamamızı sağlayabilirdi, bu sonucu çıkarabileceğimiz bir ayet yok, mesela yemek yiyeceğiniz zaman pahalı yemek yemeyin demiyor)

1 LOKMA 1 HIRKA İLE YAŞAYAN PEYGAMBER ANLATISI NE KADAR DOĞRU?

Son Peygamberin 1 lokma 1 hırka ile yaşadığı, eşlerinin sefalet içinde yaşadıkları da bazı din hocaları tarafından iddia edilir. Oysa Kur’an’a baktığımızda 1 hırkası olup sürekli onu yama yapan, eşlerinin düzgün yatacak yeri bile olmayan fakir bir Peygamber anlatısı değil, tam tersine fakirken zengin edilmiş bir Peygamber anlatısı vardır (Duha 8.ayet). Şöyle bir iddiada bulunan olabilir, “zengindi ama fakir gibi yaşıyordu, tüm parasını başkalarına dağıtıyordu” şeklinde… Basit bir örnekle bu iddiayı da geçersiz kılabiliriz. Ahzab Suresi 53.ayette “Peygamberin evleri” diye bir ifade vardır, yani Peygamberin 1 göz odası veya 1 evi olmadığı gibi, 1 den fazla evi var. Yani Peygamberin her şeyin en azıyla idare ettiği, tüm ailesini kısıtlı bir şekilde yaşattığı iddiasını da bu ayet yerle bir etmiş oluyor. Üstelik bize sadece Son Peygamber örnek olarak gösterilmiyor ki, tüm Peygamberler örnek kişiler olarak ve eşit derecede önemli tutularak tanıtılıyor (Bkz: Bakara 285). Kur’an’da atlara ve heykel gibi süs eşyalarına düşkün olan, ihtişamlı bir sarayda yaşayan Süleyman Peygamber gibi bir örneklik de var (Bkz: Sebe 13.ayet ve Neml 44.ayet). Hatta öyle ki, Süleyman Peygamberin kendisinden başka kimseye nasip olmayacak üstünlükte bir mülk için dua ettiği de geçiyor (Bkz: Sad 35).

Şunu da belirtelim, elinde imkanı çok olanlar bu imkanları başkalarından yararlandırmaya, diğer insanların bu güzel nimet ve imkanlardan mahrum olmamalarını sağlamaya çağrılıyor elbette. (Bkz: Nahl 71.ayet) Nimetlerden yararlanmak elbette kötü değil ama bunu yaparken ne kadar diğer insanların da bu nimetlerden yararlanmaları için maddi manevi çaba gösteriyoruz, elbette bu soru hepimizin kendi vicdanlarımıza sorması gereken bir soru. Üstelik de geç olmadan bir şeyler yapmamız gereken bir konu. Hele ki rahat yaşayan insanlarsak, fazla parası olanlardansak ve harcadığımızla, yaptığımız yardım arasında büyük bir uçurum varsa, Nahl Suresi 71.ayet ortada, açın okuyun… Kaç gömleğiniz var bilemem ama, Ahirette imkanımıza göre kaç fakirin üzerine kaç gömlek giydirdiğimiz önemli. Lakin bunu yaparken de, kendimizi sefalete fakir bir hayata mahkum etmemizi istemiyor Rabbimiz: Eli sıkı olma, onu büsbütün de açma. Yoksa, kınanır ve çaresiz kalırsın. (İsra, 29.ayet)

Yani, imkanı olmasına rağmen kendisini fakir-sefalet içinde bir hayata mahkum eden, sadece 1 lokma 1 hırka ile idare eden, eşlerine yatacak yatak alma imkanı varken sıkıntı çekmelerine sebep olan (üstelik Allah'ın Kuran'da emrettiği erkek, eşinin maddi manevi rahatını gözetmekle sorumlu tutuluyor), UYDURMA PEYGAMBER ANLATISINDAKİ GİBİ bir yaşam da övülmüyor Kur’an’ımızda. 


Ayrıca yazılarımı http://www.allahateslim.com/ adresinden de okuyabilirsiniz.



30 Ekim 2017 Pazartesi

Allah Var Deyip, Allah Yok Gibi Yaşayanlar...

Allah var deyip, yokmuş gibi yaşayan insanlardan bahsetmek istiyorum bu yazıda.

Deistlerden (Tanrının varlığını kabul edip, dinleri reddeden insanlardan) bahsetmeyeceğim, yanlış anlaşılmasın. Agnostisizm ve ateizm arasında gidip geldiğim ama bir yandan da Tanrıyı arayan biri olduğum yıllarda, tamamen vicdani ölçütle, deizm bana saçma gelirdi. Zira, “Tanrı varsa ve tüm bu kainatı-kulları yarattı ise, onların yapıp ettiklerine umursamaz olamaz” diyordum. Nitekim, Kainattaki en ufak bir zerreden, anne karnında doğup büyüyen bir çocuğa, bulutlara, yıldızlara dek; küçük-büyük her bir detayın muazzam bir planla yaratılıp, devamının sağlandığını görünce; Yaratıcının en ufak bir atomdan, büyük bir gorile, Jüpiter’e dek her an her saniyeyi bilgisi ile devam ettirdiğini iyice anlayınca; Tanrının her an her saniye, yarattığı buraları (dolayısıyla bizleri) umursadığını anladım. Deistlere de biraz sataştığıma göre, devam edeyim.

Bu yazıda “Allah var deyip, yok gibi yaşayanlar” diyebileceğimiz kesim, İslam ile bir sorunu olmadığını iddia eden, Allah’ı ve Son Peygamberi kabul eden, Ahireti reddetmeyen ama dinle ilişkisi sadece “ben Allah’a Ahirete inanıyorum” demekten öte gitmeyen insanlar. Bu insanların hayatında öncelikle dini bir kaygı göremezsiniz. Yaşantılarında Ahiret kaygısı göremezsiniz. Allah’a karşı umursamaz ve duyarsız olduklarını çok net bir biçimde görürsünüz. Dini bir sohbet açtığınızda sizle bir iki sohbet ederler ama eğer siz dindar yaşayan bir insansanız, sizinle uzun süre vakit geçirmekten rahatsızlık duyacaklardır. Bu insanlar dediğim gibi, sadece Allah Ahiret var derler, her hangi bir inkar cümlesi kurmazlar ama Allah ile ilişkileri sadece bu tek sözden ibarettir.

Şu ayette yapılan uyarıda olduğu gibi, inanıyorum demenin yeterli olduğunu sanan, yani işin ciddiyetini iyice içlerine sindirememiş kişilerdir bunlar:

İnsanlar, “inandım” demekle bırakılacaklarını ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar? (Ankebut Suresi, 2.ayet)

Bu ayet, net bir şekilde, sadece inanmanın kurtarmayacağına dikkat çekiyor. Kur’an’ın bütününe bakarsak ise, bizi kurtaracak şeyin, iman ederek Allah’ın emir ve yasaklarına titizlik gösteren biri olmak olduğu görülür. Bu amaç doğrultusunda, Allah’ı umursayan bir tavır göstererek, gayretle çalışırsak kurtulabileceğimiz gerçeği anlatılır. Bu anlamda da, başımıza bazı sınavlar geleceği de bize bildiriliyor. Bu sınavların da bizi salih, içten bir kul olmamıza yararı var aslında, sınav görünürde sıkıntılı-kötü olsa da, Allah’ın sözünü dinleyenler için Allah’a güzellikle ulaştıran, hayır yolunda birer basamak niteliğindedir.

Geçenlerde bir tanıdığımla gün boyu vakit geçirdim. Kendisi çok iyi bir üniversitenin iyi bir bölümünden yeni mezun ve birkaç aydır işsiz. Bu arada, kendisine daha önce birkaç kere Gerçek İslam denilen dinin Kur’an’da olduğunu açıklamış, hatta pek çok konuda dinin ne dediğinden bahsetmiştim. Gün boyu canının sıkkın olduğunu görünce, kendisine dedim ki “inanıyorum diyorsun, dini reddetmiyorsun, peki dine dönmeyi düşünmüyor musun?” Açıkça düşünmediğini söyledi. Hatta, eğer iş bulursa sıkıntısının çözüleceğini düşündüğünü söyledi. Ben de dedim ki, “yoooo, hayır. İş bulsan da sana yetmeyecek. İş bulunca da bu sefer başka şeylerden yakınabilirsin. Başka zorluklar olabilir. Başka şeylere sıkılabilirsin. Hatta işte çalışıyor olmaktan sıkılabilirsin en basitinden veya iş sana yetmeyecek, elinde olanlar da yetmeyecek” . Gerçek bu. Hayat uzun bir yol ve en zengin dediğimiz, tuzu kuru dediğimiz insanlar bile psikolojik sıkıntılar yaşıyorlar. En basitinden, her şeyleri tam (kıyafet tam, gençlik tam, partiler tam) ama tatminsizlik yaşıyorlar. İç huzursuzluğu yaşıyorlar. Adamın milyon dolarları var ama çok sevdiği oğlu ölüyor ya da mutlu bir evlilik istiyorlar ama aldatılıyorlar boşanıyorlar, gerçek bir dostları olmadığından yakınıyorlar. Şöhret dediklerimizin biraz psikolojilerini deşsek, anksiyete problemi, panik atak, depresyon gibi pek çok farklı sıkıntı bulabiliriz.

“Dine niye dönelim?” diye sorduğumuzda, cevabı, sıkıntının olması da değil aslında. Tanıdığıma sıkıntının, bize Allah’ı bulmamız, O’na yönelmemiz için verilebilen bir sınav olabildiğinden bahsettim. 

Sıkıntımız olmasa bile tek başına ÖLÜM diye bir gerçeğin olması “Ne yani bu varlığım geçici mi? Ne yani bu kadar çok beğendiğim kendim yok mu olacağım? Ne yani şu tatlı köpeğim ölürse onu bir daha göremeyecek miyim? Sevdiklerim ne olacak?” sorularını sormaya itmelidir. Cevabında getirdiklerimiz YOK OLMAK üzerine ise ciddi bir psikolojik çöküntü yaşatacaktır. Bu çöküntünün sesini duymamak için insan kendisini işle, eğlence ile, moda ile oyalayabilir. Sadece o enkazın üzerini örter. Dine dönmemizin sebebi de ölüm diye bir gerçeğin bize sıkıntı vermesi değil tabi ki, bu sıkıntıların bize hayatı niye yaşadığımızı sorgulatıyor olması dine dönmemiz için sebep. Tek başına ÖLÜM bile bu sorgulama için yeterli diyorum. Yani, bu yüzden başınızda görünür bir sıkıntı olmasa bile, sizi bekleyen bir ölüm var, bu sizi rahatsız etmeli ve düşünün diyorum.

Anlatmak istediğim, dine dönmemiz için sebep tabi ki de sıkıntımızın olması değil Din, bir hayat tarzıdır, hayatın her saniyesini kapsayan bir gerçekliktir. Sıkıntıda da, ferahlıkta da Allah’ı umursamamız gerekir. Çünkü, hayat gelip geçicidir ve gerçek hayatımız Ahirettedir. Ahirette güzel bir akıbetin bizi beklemesi de ancak, Allah’ı umursamaktan yani dini önemsemekten geçmekte. Zaten konuşmanın devamında da, bu size anlattığım tanıdığıma bunları anlatmaya çalıştım. Dedim ki, “Başımıza gelen sıkıntıları, Allah, kendisine yönelelim diye verebiliyor. Firavun kavminden bahsettiği ayetlerde bu gerçek var. Bazen de bazı insanlar kötü ile de iyi ile de yola gelmiyor, Allah da onları zenginlik ile oyalayabiliyor, tamamen Ahirette onları nimetlere rağmen nasıl Allah’ı umursamaz oldukları gerçeği ile yüzleştirmek için. Bazen de müminlere de lütuf ve şükür aracı olsun diye nimet ferahlık verebiliyor. Yani senin iş bulamamaktan sıkıntı duyman, aslında seni Allah’a yönelten bir unsur olmalı, hayatını sorgulatmalı, başına geliş sebebi bu olabilir”. Sıkıntı da, ferahlık da, Allah’tandır. Biz sıkıntıda olduğumuz için değil elbette, hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiği gerçeğine dayanarak Allah’a bağlı bir hayat yaşamak ile sorumluyuz.

Bu hayatta harika bir işin de olsa, hayalin süper bir kariyer yapmak da olsa, çocuğunu harika bir insan olarak yetiştirmek hedefin de olsa, ölüm gelir ve SONSUZA dek sürecek olan bir hayat başlar. Bu dünyadaki hayatımız ise, onun yanında kısacıktır. Öyleyse, sırf bu hayat için amaçlar üretmek ve sırf bu hayat için çalışmak, ciddi anlamda mantıksız olacaktır. Elbette insan bu dünyası için de hedefler üretebilir ama esas ve birinci hedefi AHİRETTE kurtulmuş bir kişi olmaktır. İşte, Allah’a Ahirete inanıyorum deyip, umursamayan kişilerin hayatlarında, Allah’ın rızasını gözetmenin birinci sırada olmaması da büyük bir çelişkidir. Böyle insanlardan bu yazıyı okuyan varsa soruyorum: bu nasıl Allah’a ve Ahirete inanmak? Sen bunu söylüyorsun ve hayatında hiçbir şey değişmiyor mu yani? Sırf bu gerçeğin, seni ve hayatını temelden sarsması ve bu doğrultuda bir şeyleri değiştirmesi gerekir. Çünkü Ahiretteki tehdit de ödül de çok sarsıcı ve büyüktür, üstelik de geri dönüşü yoktur.

Bu tanıdığımdan verdiğim örnekte olduğu gibi, işe girip girmeyeceğini dert edinirken, Allah’ın rızasını kazanıp-kazanmayacağını, cennete girip girmeyeceğini dert edinmemek, Ahirete inanıyorum demekle nasıl örtüşebilir? İşe girmen, varsayalım 85’inde ölsen, senin 60 yılını kurtardı, e peki geriye kalan sayısız 60 yılını ne kurtaracak? (İşe girersem süper olur diyenler, amaçları hayalleri ne ise, bu örneğin yerine kendi hayallerini yazabilir… Hadi diyelim sevdiğin çocukla 50 sene mutlu evlilik sürdün… Diğer sayısız 50 seneleriniz?)

Aklıselim bir insan, bu umursamazlığın, Ahiretin önemini gerçekten kavrayan bir akılla uyuşmadığını bilir… Aslında bu insanlar inansa da hala daha Ahiretin önemini ve Allah’a vermeleri gereken değerin önemini yeterince algılayamamışlardır. İmanları kalplerine akıllarına tam anlamıyla, iyice yayılmamıştır. Şu ayetin de dikkat çektiği üzere:

Siz, Allah’a ulaşmayı dilemediniz. Fakat siz teslim (Müslüman) olduk deyin fakat, iman kalplerinize henüz girmedi. (Hucurat Suresi, 14.ayet)

Yani görüldüğü üzere, sadece İslam’a girdiğini söylemek, insanın bu esas amacı için (Allah’ın rızasını kazanmak için) yetmemektedir.
Bu insanlar, olayın (dirilmenin) önemini henüz kavrayamamışlardır. Allah’a inanmanın, Ahireti kabul etmenin ne kadar büyük bir önemde olduğunu idrak eden bir insan, yoluna umursamaz devam edebilir mi? Elbette hayır. İman, Allah’ı umursamayı ve tüm tavırlarında hassasiyeti de -iç dünyasında olsun, davranışlarında olsun- beraberinde getirir.

Bu insanlar, içlerinde yalan söyleyenleri bir kenara bırakırsak, Allah’a inanırlar. Allah’ı umursamadıkları, haşa O yokmuş gibi yaşadıkları için de Ahiretin önemini anlamazlar ama bazen Allah’ı anabilirler, hatta Allah’a dua edebilirler. Duaları sadece bu dünya odaklıdır, Allah’ın rızasını kazanma odaklı değil. Mesela bir ayakkabıyı almak isteyip şükredenler olabilir içlerinde, bu davranış elbette güzeldir, ama bu insanların şükürleri ve istekleri hep dünyevi nimeti yaşamak odaklıdır.

Dediğim gibi, Allah’a dua edebilirler. Dünyalık kaygıları, dünyalık istekleri için… Peki ya en önemli olan şey için ederler mi? Mesela Ahiretteki akıbetleri için? Hayır… Bakara 201.ayeti okuyun tam da bu konuda. Bir de şöyle bir ayet var:

Kim Ahiret kazancını isterse, onun kazancını arttırırız. Kim dünya için isterse, ona da ondan veririz, ama onun Ahirette nasibi yoktur.
(Şura Suresi, 20.ayet)

Ahiretten iyi ve güzeli isteyen bir kişi, öyle olduğu yerde boş boş durur mu? Tabi ki sadece dua etmekle yetinmez. Siz grip olduğunuzda, kıyafetlerinizi çıkarıp buzun üstüne yatıp “Allah’ım gribimi iyileştir” der misiniz? Allah için hiçbir şey yapmamak da, işte kendini hasta iken buzun üstüne bırakmaktır, yani kendini tehdit içinde bırakmaktır. Sevdiğiniz bir kız var ve onunla evlenmek istiyorsanız, ondan 1 haber bile almaya çalışmadan yaşar mısınız?

Allah’ın rızasını ve cenneti, hiçbir şey yapmadan kazanmayı beklemek adil de değildir. Başkası “Ya Rab, ben seni umursadım, bu ise seni hiç umursamadı” demez mi? Allah affedeceği kulları elbet, piyangodan çeker gibi seçmez, O’nun her işi bilgi iledir. Bir de bu bahsettiğim, “Allah var deyip, yok gibi yaşayan” tayfanın bazısında, kalbim çok temiz iddiası vardır ki, Allah bu iddiayı “kendinizi temize çıkarmayın” diyerek Kur’an’ında yerle bir etmiştir. (Bkz: Necm 32)
Bakın şu ayet, Allah’a kavuşmayı unutanlardan bahsediyor, bakın “Allah’a kavuşmayı reddedenler” demiyor, unutanlar diyor…

Onlara denildi: “Bugün sizi unutacağız, sizin bu güne kavuşmayı unuttuğunuz gibi” (Casiye Suresi, 34.ayet)

Benzer bir örnek ayet daha:

(Hesap gününde) Der: “Rabbim, beni neden kör olarak dirilttin? Ben gören biriydim” Dedi: “İşte böyle. Sana ayetlerimiz geldi, fakat sen onları unuttun. Aynı şekilde, bugün de sen unutuluyorsun” (Taha Suresi, 125 ve 126.ayetler)

Ne diyeyim, Umarım Allah’ın izniyle, bizler bir an bile Allah’ı unutmayan, hayatımız boyunca daima, attığımız her adımda, her işte Allah’ı hatırlayan, kötülüğe doğru yönelecek gibi olan benliğimizi anında gerçeklerle güzelliğe yönelten, her işinde Allah’ı umursayan kişiler oluruz… 

Yazıda bahsettiğim tanıdığıma gelince, kendisi umursamadı ve umursamamaya devam ediyor… Bu bahsettiğim tarzda kişilerin bazısının, dikkat etmeliyiz ki münafık (aslında inanmayan) olması mümkün ve inanıyorum demelerine rağmen İslam aleyhine fitne yaratmaya çalışırlar. Bazısının tavırları ise, aslında münafık olmamalarına rağmen münafık gibi olabiliyor. Ayrıca şu sitede de yazılarımın tümü mevcut: http://www.allahateslim.com/


Sevgi ve esenlikler

30 Temmuz 2017 Pazar

Allah, Kur'an'da Kocalara Buyuruyor: Kadınlarınızla Güzellikle Geçinin! (Evlilikte Eşe Danışma ve Vaatleri Tutma)

Geleneksel görüşlerin, Peygamberin vefatından sonra, yıllar geçtikçe, “dini bir inanç” olarak sunulması, elbette gerçek İslam’ın algılanmasına büyük zararlar vermiştir. Hatta gerçek dinin üzeri maalesef ki örtülmüştür, ancak aklını kullanan ve dini kendi çabası ile anlama gayretinde olanlar gerçeği aralayabilmiştir.


Asırlar boyunca, toplumları tarafından kadınlar ezilmiştir. Fiziki-toplumsal avantajlarını (yani Allah’ın verdiği dünyevi bir nimeti) kötüye kullanan erkekler de, kadınlar üzerinde, Allah’ın Kur’an’ında örnek olarak gösterdiği davranışlara zıt tavırlar oluşturmuşlardır. Allah ise Nisa Suresi 34.ayette, “erkekler, kadınlar üzerinde koruyucu gözeticidir” diyerek, kadınlara karşı bu ezici tavırların yıkılması yönünde buyruk indirmiştir. Bu ayette koruyucu-gözetici anlamında geçen kelime KAVVAM’dır ve yönetici-efendi-egemen anlamına gelmez. [1] Erkeklerin, dünya yaşamında, istisnaları olmakla birlikte genel anlamda (çağları ve farklı toplumları ele alırsak) kadından daha kolay toplum içinde yer edineceğini bilen Allah, onların cinsiyetlerinden ötürü kazandıkları ekstra kolaylığı da (parasal üstünlük, fiziki üstünlük, toplumun cinsiyetten ötürü kurduğu baskının kadına göre azlığı gibi…)üstünlük olarak belirtmiş. Bu üstünlük dünyevi sahip olunan nimetler anlamındadır (Allah katında değil, tamamen toplum içinde edindikleri üstünlük-avantaj anlamındadır, zira Allah katında ne ırkın ne cinsiyetin ayrıcalık getirmediği sadece takvanın üstünlük getirdiği Hucurat 13.ayette bildirilmiştir. Dolayısıyla ne ırkımız ne cinsiyetimiz, takva konusunda bize avantaj-dezavantaj getirmez. Kadın ve Erkek, kulluk anlamında, insani değer anlamında eşittir ama dünyevi nimetlenme anlamında farklıdırlar). Erkeklerin bu üstünlükleri ise kadınların ezilmemesi, kadınların haklarının korunması, kadınların rahat yaşamalarının gözetilmesi için, erkeklere sorumluluk getirmiştir.

Gelenekçi inançlar, İslam adı altında, toplum içinde dilden dile dolaşırken, genellikle kadınları kontrol etme ve erkeklerin konforunu gözetme yönünde olmuştur. Uydurma hadislerle, kendi geleneksel ve genelde Kuran ile çelişen algılarını, dine sokmuşlardır. Kadının kocasının cinsel isteğini anında kabul etmesi gerektiği, kabul etmez ise lanetleneceği; kadının kocasının hakkını ödemesinin çok zor olduğu, kadın kocasını memnun etmezse cennete giremeyeceği gibi… Oysa Kur’an’a baktığımızda, konu evlilik olduğunda güzel davranma konusunda hatırlatmalar, erkeklere yapılmıştır. Evlilik birlikteliğinde, özellikle erkeklere, kadınlara güzel davranmaları ve dolayısıyla onların rahatını mutluluğunu gözetmeleri hatırlatılmıştır.

Kadınlarla güzellikle geçinin. Onlardan hoşlanmayacak olursanız, bakarsınız Allah, sizin hoşlanmadığınız şeyde nice hayırlar yaratmıştır. (Nisa Suresi, 19.ayet)

Ayette onlarla iyi geçinin yazıyor, ama ayette erkeklere hitap ediliyor yani erkeklerin eşlerine nasıl davranacakları hakkında ayet (öncesini de okursanız görebilirsiniz). Ben yazıda daha iyi anlaşılır olması adına ve manası değişmediği için kadınlar kelimesi ile çeviriyi paylaştım.

Bu ayet ışığında bakarsak, özellikle eşlerinden memnun olmayan erkeklere tekrar düşünün derim. Siz inatta, bildiğiniz yolda, umursamazlık, anlaşmazlık, tersleme gibi tavırlarda diretirken belki de hoşlanmadığınız eşiniz sizi “hayırlara” yöneltiyordur. Böyle çok olay yaşanır çiftler arasında. Örneğin kadına bir lafı için kızılır söylenilir, halbuki işin özünde kadının fikri hayırlı bir davranışa düşünceye yönlendirmek olabilir. Kişilerin birbirlerine karşı oluşturduğu ön yargılar ve geçmişteki meselelerden ötürü kalan kinler, hayrı görmede engel olabilir. Genellikle evliliklerde iletişim problemleri çok sık yaşanır. İnsanlar birbirlerini anlamak yerine, onun penceresinden bakmak yerine, sürekli suçlayıcı-aşağılayıcı bir dille yaklaşır. Ama Allah, Kur’an’da evlilik söz konusu olduğunda, özel olarak erkeklere bir kere daha uyarıda bulunuyor. Bu ayetin özellikle erkeklere gelmesi, Kur’an’da özellikle başka yerlerde de erkeklere, kadınlarla güzellikle geçinmelerinin hatırlatılması beni düşündürdü. Mesela boşanma hakkında indirilen ayetlerde de erkeklere “onları (kadınları) güzellikle tutun ya da serbest bırakın” denir. (Bkz: Bakara 231.ayet) Belki de hanımı ile anlaşabilecek iken, kadını tersleyerek, küçümseyerek veya kötücül davranışlarla birlikteliğin sağlığını yokuşa ve çıkmaza sürükleyen beylere duyurulur.

Ayrıca, Allah, Bakara Suresi 177.ayette müminleri, “söz verdiklerinde sözlerine sadıktırlar” diye tanımlıyor. İnsanlar, evlenirken birbirlerine bazı vaatlerde bulunabiliyorlar. Örneğin kadın rahatsız olabileceği bazı şeyleri eşinin yapmaması yönünde söz isteyebiliyor (aynı şekilde erkekler de isteyebilir). Erkekler de kabul edip “senin rahatsız olabileceğin şöyle bir şeyi yapmam” diye söz verebiliyorlar. İşte Bakara 177.ayete göre, müminler, sözlerine sadık olduklarından, tutmayacakları bir söz vermemeliler. Ayete göre, sözlerini tutmazlar ise, hem o kişiye karşı kötülükte bulunmuş hem de günaha girmiş olurlar. Kadın veya erkek, tutmayacağı bir sözü vermemeli. Bu davranışın Allah tarafından onaylanmadığını Saff Suresi 2.ayette de "yapmayacağınız şeyi neden söylüyorsunuz?" uyarısı ile anlıyoruz. O yüzden kadın veya erkek; evleneceği kişiye yapmayacağı-tutmayacağı bir sözü vermemeli. Örneğin kişiler özellikle “başkası ile birlikte olmak istersen lütfen bana söyle açık açık, yola devam etme benimle” gibi isteklerde bulunabiliyorlar. Eğer kişiler sözlerini tutmayacaksa, kişinin istemediği şeyleri baştan sözünü aldığı şeyleri yapmayacaksa da, açık olmalılar.

Bazı erkekler, karısının görüşünü almaz, karısına danışmaz. Hatta bazı cahil kesimlerde kadına danışmak yadırganır, özellikle eski toplumlarda, kadının görüşünü almak söz konusu bile değildi. Oysa Allah, (kadın-erkek diye ayrım belirtilmez), müminlerin işlerini danışma ile gerçekleştirdiğini söyler.

Evlilik ilişkisinde de, toplumsal ilişkilerde de mümine rehber olması gereken ayet:
Onlar, işlerini, birbirlerine danışarak yaparlar. (Şura, 38.ayet)

Evliliği etkileyebilecek bir olayda, erkeğin karısına danışması da hayırlı bir karar vermede ve evliliğin huzurunu korumada ona yardımcı olacaktır. Elbette, illa herkes başkasına danıştığında, başkasının dediğini yapacak diye bir şart yok. Eşinin dediğini yapmak zorunda, onun istediğini gerçekleştirmek zorunda diye de bir kaide yok. Ama dediğim gibi, bu danışmalar en azından olabilecekler hakkında veya karşı tarafın içine düşeceği durum (evliliğin ne yönde etkileneceği) hakkında önceden fikirler verecektir. Eşi ile iyi geçinme konusunda, eşinin de istek ve fikirlerini tartma, elbette faydalı olacaktır. İnsanlar, evlilik beraberliğini ve kendi ruhsal durumunu istemediği yönde etkileyen durumlar karşısında ayrılma seçeneğini seçebilir. Erkek veya kadın; eşine danışmadan hareket ettiğinde, karşı tarafı mutsuz edebilir. Birbirinden habersiz atılan adımlar da çoğunlukla bir yerde patlak verir, hatta insanlar çoğu zaman yalana başvurur, oysa dinimizde dürüstlük ve yalan söylememek esastır. Bu yüzden karşı tarafın istek ve fikirlerini gözetmek yararlı olur. Açık olmak yararlı olur, bence bu açık olmayı sağlayan en iyi şey de, birbirinin fikirlerini bilmektir. Karşı tarafın fikrini bilmek onun fikrini alma ile yani ona danışma ile mümkündür. Aklı başında kimse, evliliğe adım attığında, istemediği bir şeyle karşılaşmak istemez tabi ki. İstemediği bir şeyle karşılaşınca haliyle boşanma şıkkı devreye girer, açık olmanın yararı da bana göre burada devreye giriyor, insanlar birbirinin ne konumda boşanabileceğini bilmeli ki, o birlikteliği koruma yönünde davranabilsin. Sonuçta Allah, boşanma gerekçesi konusunda insanları özgür bırakmış. Evliliği insanlar türlü sebepten sonlandırmak konusunda özgür. Evliliği artık istememek tek başına yeterli bir sebep. Dahası insanlar, birlikteliği tecrübe ettiğinde “şu şekilde olursa ayrılırım, şöyle bir huya tahammül edemem” diye kendilerini de tanımaya başlıyor. Bu ayet, evliliğe uygulandığında, birbirine danışmanın getirdiği sonuç olan, çiftlerin birbirlerini tanımaları gerektiğini, birbirlerini tanımalarını sağlayacağı çıkarımını yaptırıyor bana.


Kur’an’da başkaları ile alay etmeyin diye hem kadınlara hem erkeklere uyarı yapılır ama özellikle kadınlara tekrar uyarı yapılır. (Bkz: Hucurat 11.ayet) Yani kadınlara bu konuda bir tık daha dikkat etmeleri yönünde uyarı vardır, Allah yarattığı kulları biliyor tabi. Demek ki kadınlar bu konuda ya daha dikkatsiz olabiliyor ya da bu kötü davranış kadınlarda daha sık görülebiliyor. Allah tabi kadınların bu konuda daha fazla hataya düşeceklerini bildiğinden de ekstra özellikle kadınlara hitap ederek bu ayeti hatırlatmış olabilir. Elbette kadın ve erkek her mümine, güzellikle davranmak pek çok ayette buyruluyor. Güzel bir şekilde konuşmak hatta en güzel olanı söylemek buyruluyor. Nazik bir şekilde öğüt vermek, kötülüğü güzellikle savmak tüm müminlere hatırlatılıyor. Ama, evlilik meselelerinde özellikle erkeklere “güzellikle” davranmalarının emredilmesi düşündürücü. Dediğim gibi, Allah yarattığı kulları biliyor tabi. Demek ki erkeğin özellikle birlikteliğin sağlığını koruması konusunda göstereceği çabaya daha çok ihtiyaç olabilir. Ya da sorunlara karşı; erkeklerin daha pozitif, birlikteliğin sağlığına yönelik davranmaları sorunu çözmede daha mühim etken olabilir. Görünürde sorun kadınlarda olmasına rağmen (ki kadınlarda da gözlemlerime göre ani ve sert reaksiyonlara rastlanabiliyor) alt metni araladığımızda bu tepkileri önleyebilecek şey veya bu tepkilerin oluşumuna neden “erkeklerin daha dikkat etmesi gereken davranışlar” olabilir. Herkesin nasıl bir birliktelik yaşadığını bilemem ama, ayetlerin bu şekilde oluşuna bakarsak, belki de birliktelikte sağlanabilen anlaşma, daha hayırlı iyi güzel geçinme konusunda, bu durumun sağlanmasında, erkeklere daha fazla uyarı yapıldığı dolayısıyla daha fazla sorumluluk verildiği düşünülebilir. Zaten kadınlar erkekler üzerinde değil, erkekler kadınlar üzerinde kavvam (gözetici-koruyucu) ilan ediliyor ve güzellikle geçinmeleri erkeklere hatırlatılıyor. En azından birliktelik içinde kendi davranışlarını ve “güzelliği sağlamaya yönelik mi davranıyorum?” sorusunu erkeklerin kendilerine daha fazla sormalarının yararlı olabileceğini de düşünebiliriz. 

Hanımı ile güzellikle geçinmeyi hedefleyen bir erkek, onu incitecek onunla arasını haliyle manevi açıdan sarsacak tavır ve davranışlardan kaçınır. Kadının rahatını ve mutluluğunu gözetir. Kadını kötü etkilemek ve üzmektense, kötü bir ilişki yaşamaktansa, güzellikle davranmayacaksa da kadını “bırakması” ikinci bir seçenek olarak sunulur. Çünkü boşanma ayetinde özellikle sunulan seçenekler iki tane, ya güzellikle (Kur’an’a uygun) tutmak ya da bırakmak. Bu söylem de gösteriyor ki, en kötü şekilde birlikte olmak, ayrılmaktan daha iyi değil (yani ayrılmak, kötü bir şekilde kadını tutmaktan çok daha hayırlı). Bu ayetler de gösteriyor ki toplumumuzda da görülen “kocamdır ne yapsa yeridir, kötü de olsa ne yaparsa yapsın sonuçta başımda kocam var” şeklinde kadının mutsuz ve güçsüz bırakılması Allah’ın hoşnut olduğu bir durum değil. Ayrılma durumunda kadının maddi anlamda korunmasına dair ayetler var ki, bunlar da kadının “mecburen” evliliği sürdürmesini engellemek için. Allah kadınların ruhsal anlamda da zorluk, mutsuzluk, çöküntü yaşamasını istemiyor; erkeklere görüldüğü üzere sadece “maddi” bir şeyler verme ile sınırlı bir sorumluluk yüklemiyor. Ayrıca, Allah, evlilik hakkındaki ayetleri, "sürdürme" amaçlı yapılan bir sözleşmeye uygun düşecek şekilde bildirmiş. Yani muta nikahı da (daha başında belli bir süre ile kısıtlı olmak üzere yapılan evlilik) ayetlere uymamaktadır. 

Şunu da belirtmeden geçmeyelim. Bu yazıda verdiğim ayetlerde geçen "kadınlarla güzellikle geçinin" ifadesi aynı zamanda "kadınlarla Kurana uygun geçinin" anlamına da gelmekte. Yani Allah, hem "güzellikle geçinin" hem de "Kurana uygun geçinin" mesajını vermekte. Her iki anlamdan herhangi birini elememiz için bir sebep yok. Zira, Kur'an kendi kendisinin tefsiri olduğunu (Bkz: Furkan 33) yani kendi kendisini açıklayan bir kitap olduğunu belirtiyor. Eğer bu anlamlardan bir tanesini elememizi sağlayacak daha net başka bir ayet olsaydı, o anlamı atabilirdik. Kuran'a uygun geçinin anlamı ile okursak, Allah zaten yazıda da değindiğim gibi insanlara en güzel olanı söylemeyi (Bkz: İsra 53), kaba olmamayı (Bkz: Ali İmran 159), bize düşman kesilen kişiyi güzel davranışlar sözlerle kendimize dost yapabileceğimizi (Bkz: Fussilet 34) buyuruyor, demek ki eş ile aramıza düşmanlık girerse de tekrar sıcaklık kurabiliriz. Yazıda güzellikle geçinin diye verdiğim ayetlerde yani hangi anlamı göz önünde tutarsak tutalım, özel olarak erkeklere, Kuran'a uygun yani güzel davranmaları hatırlatılmış oluyor. Bu iki anlamı bir arada aldığımızda da, herhangi bir uç durum yaşandığında, örneğin, kadın tarafından erkek aldatılırsa ne tarz bir yol izleyebileceği de hatırlatılmış oluyor. 

Nisa 34.ayette kadın iffetsizlik gösterdiğinde (evliliğin sürdürülmesi erkek tarafından zor olduğunda) onları doğru yola çekmek (evliliği düzeltmek) için izlenebilecek yollar sayılmakta. Öğüt vermekten, yatakları ayırmaktan bahsettikten sonra onları "darabe" etmekten bahsedilir. Farkında iseniz darabe etmek, yatakları ayırmaktan sonra gelmekte. Yani yatakları ayırmak bir nevi kadın ve erkeğe "evliliğin selameti" hakkında düşünme fırsatı veriyor. Böyle sıkıntılı zamanlarda kişilerin birbirlerinden uzaklaşarak düşünmesi, hem bu durumu tecrübe edenler tarafından hem psikoloji bilimi ışığında sağlıklı bir yöntem olduğu görülmekte. Darabe'nin kelime anlamları birkaç tanedir dövmek, çıkarmak, ayırmak gibi...İnsanları doğru yola şiddet, kabalık ile değil, nazik davranışlar ile çekebileceğimiz diğer pek çok ayette belirtilmiş. Hatta Firavun gibi azgın yoldan çıkmış bir insana bile, Musa Peygamberin nazik olması emredilmiş (Taha 44.ayet). Zaten başka ayetlerden de bahsettim, iyilikte bulunarak insanları kendimize yaklaştırabileceğimiz hakkında kötülüğü güzellikle savmak hakkında ayetler olduğunu belirttim. Dolayısıyla bir kadını döverek evliliğin kurtulamayacağını veya kadını doğru davranışa çekemeyeceğimizi anlamaktayız. Kuran kendi kendisini açıkladığına göre, darabe kelimesinin dövmek anlamını alırsak, başka ayetler ile çelişki açığa çıkmış olmakta. Bu yüzden Kuran'ın kendi kendisini tefsir etmesi ışığında, bu kelimenin "çıkarmak/ayırmak" anlamını almamız gerektiğini, yani tüm uğraşa rağmen düzelmeyen kadından erkeğin ayrılmasını anlamaktayız. 

Kaynak:

[1] Her ne kadar her görüşünü her yaptığını onaylamasam da Kavvam kelimesinin anlamı hakkında Edip Yüksel'in Türkçe Kuran Çevirilerindeki Hatalar kitabı, erkekler kadınları gözetirler onları dövmezler, başlığına bakabilirsiniz. Yönetici olarak bazılarının çevirdiği bu Kavvam kelimesini araştırmayı okuyuculara bırakıyorum. Ben eski arapça sözlüklere dayanarak araştırma yapıyorum. el-müfredat, lisanül-arab gibi kaynaklar kullanılıyor genellikle. 

Yazılarımı http://www.allahateslim.com/ adresinden de okuyabilirsiniz.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Boşa Vakit Geçirmeyen ve Rabbine Yönelen Bir Kul Olmak...

Hepimize muhakkak olmuştur, “of 3 saattir boş boş öylece duruyorum hiçbir şey yapmadım, ben şimdi ne yaptım ki bugün, tüm gün evde boş boş oturdum.” Boş durmaktan kastım, hastalanınca yatakta mecburen yatmak, denize gitmek, film izlemek değil. Herhangi yaptığımız sıradan bir işi veya bize keyif vermesi için yaptığımız bir şeyi bile; Allah’a şükretmek için aracı kılabiliriz. Sıkıntılı bir durumu, Rabbimizi anıp O’na sığınmak için vesilelere çeviriyorsak, Allah’ın izniyle günlük yaşamımız zikir ve hayra yönelik davranışlarla artar. Örneğin, dışarıya biraz kafa dağıtmak ve rahatlamak için çıkan bir kul, bir çiçeği bir kuşu gördüğünde Rabbini anıyorsa, gezerken etrafında olan bitene ibretler olarak bakıyorsa (mesela insanların hal ve davranışlarına) gökyüzüne Allah’ın bir delili olarak bakıyorsa, o yürüyüş aynı zamanda bir tefekkür yürüyüşü olacaktır. Zaten, Rabbimizde yerlerdeki ve göklerdeki delillerine bakmaya çağırmıyor mu bizi? Şu yazıda da bahsettim: http://evrendepinar.blogspot.com.tr/2013/12/4-duvar-arasnda-yasarken.html 

Ölüm ve varoluş, hastalık, insanların olaylara verdiği tepkiler, kazanmak-kaybetmek, insanların gösterdiği uğraşlar, boş amaç ve hayaller gibi bir sürü başlığa dönüşebilecek konulardan, bir filmi izlerken, Kur’an’da anlatılan dersleri çıkarıyorsak, o film bizi tefekkür ettiren bir araç olabilecektir. Şahsen ben izlediğim şeylere hep bu gözle bakıyorum. Muhakkak gerçekçi bir mesajla bağdaştırıyorum. Bulaşık yıkamak bile, bizim için Rabbimize şükretmeye vesile olabilir. Örneğin ben bu mecburi işi yaparken; bana suyu verdiği için, elimi-kolumu kullanma gücü verdiği için, Efendime şükrediyorum. Pollyannacılık demeyin buna, çünkü bu Pollyannacılık değil, her durumdan muhakkak memnun mutlu olalım gibi bir şey söylemiyorum zira. Tabi ki bizi memnun etmeyen, hatta haksızlığa uğradığımız veya sıkıntılı durumlar olacaktır. Böyle durumda da Kur’an’da öğütlendiği gibi sabır ve Allah’a dayanma (ve o haksızlıkla sıkıntıyla mücadele etme) gibi fiillere yönelmek gerektiğini biliyorum. Özetle söylemeye çalıştığım şey şu, inananlar için, her durumda Allah’a yönelmek söz konusu olabilmekte. Kötü bir unsurla veya bizi kötülüğe yaklaştırmaya çalışan herhangi bir durumla karşılaştığımızda, Allah’a sığınmak gibi (Bkz: Araf 201), iyi hisler için Allah’a şükretmek gibi… Yapılan tüm işler, Allah’a yönelmek ile bağlantılı kılınabilir özetle. Geceleyin sinemaya gidildiği için şükretmek (o filmden ders çıkarmak dahil), denizde suyun üzerine yatıp gözleri kapamışken şükretmek, var oluşumuzu amacımızı düşünmek… Her şey, Allah’a yöneltebilir. Zira her şeyi yaratan Allah’tır ve o halde, her şeyde Allah ile bağlantılı çıkarımlar yapılabilir.

Bakın, Allah ne diyor biz kullarına:

Boşta kalır kalmaz, başka bir şeye koyul ve Rabb’ine yönelip doğrul. (İnşirah Suresi 7 ve 8.ayetler)

Yani, Allah, boş boş vakit geçirmemizi değil, kendimizi bir şeylerle meşgul etmemizi ve kendisine yönelmemizi buyuruyor. Boş şeylerden (ve sözlerden) müminlerin yüz çeviren kimseler olduğu da Müminun Suresi 3.ayette bildiriliyor.

Boşa vakit geçirmenin zararı malum… Aslında bunun zararlarını hepimiz çok iyi biliyoruz. Boş boş vakit geçirmek, en başta kişiye mutsuzluk verir, insanın içi sıkıntı dolar, canı sıkılır, hatta ümitsizlik havası gelir üzerine. Şeytan, insanın kafasına vesveseler ile üşüşür. Boşa vakit geçirdikçe, insanın canı bir şey yapmak da istemez hale gelir, çünkü çoktan ruh halini aşağı bir seviyeye indirmiş olur. Boşa vakit geçirmek, insanı karamsarlaştırır. Değersiz ve işe yaramaz hissettirir. Boşa yaşıyor duygusu verir. İnsanın yaşama sevincini öldürür, içini daraltır. Bunun zararları çok. Rabbimizin neden bizleri boş işlerden çevirmeye yönelttiği ortada bence…

Psikiyatrist David Burns da, hareketsizliğin veya bir şeylerle meşgul olmamanın insanı kötü bir ruh haline sürüklediğini anlatıyor. Zaten depresyonun en büyük belirtilerinden biri: hiçbir şey yapmamaktır, hiçbir şey yapmak istememektir, bir şey yapmaya güç bulamamaktır. Yaşlı insanlar arasında da gözlemlenen bir durum bu, bir şeylerle meşgul olan yaşlı kişilerin duygu dünyaları, boşa vakit geçirenlerden çok çok daha iyi. Burns, ev için alışveriş yapmanın bile, hiçbir şey yapmamaktan insana çok daha iyi geldiğini ve kişiyi memnun ettiğini çalışmaları ve testleri ile gösteriyor (bkz: iyi hissetmek adlı kitabı, internette de Kur'an'a yönelen birkaç kişinin bu kitabı tavsiye ettiğini gördüm). Bu bir kısır döngü aslında, kötü bir olaydan ötürü, kişi hiçbir şey yapmak istemez hale gelebileceği gibi, hiçbir şey yapmadığı için de kişi kötü hale gelebilir. Burns, çalışan kişilerin (özellikle tek yaşayan kişilerin) hafta sonu geldiğinde, hiçbir şey yapmadıkları için kısa süreli depresyona girmelerine, tüm günü kötü ve sıkkın ruh hali ile geçirmelerine değiniyor. Yani özetle, eğer hasta veya yorgun değilsek, tembellik yapmak bize iyi gelmez (zaten hasta olduğumuz için bir şey yapmıyorsak o tembellik değil, dinlenmek olur bu da bedensel zihinsel sağlığımıza iyi gelir). Burns kitabında, bir şeyler yapmaya güç bulamayanlar için alıştırmalar yöntemler öneriyor, merak edenlere tavsiye ederim.


Eğer direk din ile alakalı olmayan bir işle uğraşıyor ama o işi dolaylı olarak Allah'a daha iyi yönelmeye veya Allah yolunda kaliteli şeyler yapmaya adıyorsak; Allah böylesi işlerden de bize güzel bir mükafat verecektir diye ümit ediyorum. Zira böyle yaptığımızda, İnşirah suresindeki boş kalmama ve Allaha yönelme buyruklarını yerine getirmiş oluruz. Örneğin "1 saat fazla uyuyayım da bu sayede kafam daha dinç olur, Allah yolunda daha iyi çalışırım" diyorsak ya da ticarete atılıp başarı sağlayıp, kazandığımızdan insanlara daha fazla yardım etmeyi, daha rahat yaşayıp Allah'a daha kuvvetli yönelmeyi, zekat vermeyi hedefliyorsak, ticaret bile Allah yolunda mücadele etmemiz için bir araç olur. Yeni bir dil öğrenip, bu dili akedemik alanda kullanma ihtimali görüp dolayısıyla insanları dine çekmek için kullanabileceğimizi hedefleyerek çalışırsak ya da o dildeki insanlara dini tebliğ etmek için kullanmayı hedefleyerek öğreniyorsak, bunların hepsinin amaçları içinde; Allah için değer üretmek, İslam adına güzel işler yapmak olacağından, bu işleri yaparken Allah bizi daha hayırlı bir kul mertebesine yükseltebilir. 


Müminin, kendisini fiziksel ve zihinsel olarak kötü hale sürükleyen, boş boş vakit geçirme durumuna karşı uyanık olması gerekir. Bir şeyle meşgul olmamız ve Rabbimize yönelen bir tavırda olmamız isteniyor. Birisi bizi telefonla arasa, ne yaptın dese “hastaydım yatıyorum” bir cevaptır, “pikniğe gittim rahatladık eğlendik” bir cevaptır, ama özellikle öğrencilik dönemlerini tembellik ile geçirenler çok iyi bilir masanın başında saatlerce bile boş boş durabildiklerini. Yatağa uzanıp boş boş durabildiklerini… Bizi zihinsel ve fiziksel olarak iyi hissettiren, gerektiğinde motive eden veya rahatlatan her şey (belki ufak bir egzersiz, hoşumuza giden müzikleri dinlemek vs), bizi daha güçlü çalışkan bir insan kılar, Rabbimiz için hayırlı ve güzel işler yapmamızda bize enerji verir. Belki o günkü namazlarımızı daha güzel kılmamızı sağlar. Vaktini boşa geçirmeyi çokça tecrübe etmiş bir insan olarak ve bu boşa vakit geçirmelerin beni nasıl mutsuzluğa sürüklediğini, karamsarlaştırdığını, tembelleştirdiğini hisseden biri olarak; kendime tam da, boş günlere düşecek gibi olurken, bu yazıda paylaştığım ayeti hatırlıyorum. BOŞTA DURMA, RABBİNE YÖNEL, BİR ŞEYLE MEŞGUL OL diyorum. “Ne yapsam, neler yapabilirim?” diyorum. Bebek bezi değiştirmek, bankaya para yatırmak gibi şeyler de mecburi işlerdir; kişisel bakımlar, ev ile ilgili sorumluluklar, iş veya okulla ilgili sorumluluklar hepsi birer iştir. Bizler kendimize mecburi neler yapmamız gerektiğini hatırlatabilir, bir yandan da bizi rahatlatacak motive edecek (bu sayede de Allah’a yönelten) işlere vakit ayırabilir, akademik okumalar yapabilir ve Kur’an çalışması, cihat (bilgi ile mücadele etme ve kendini ilmen geliştirme) gibi Allah yolunda gayretler gösterebiliriz. Bizi Allah’a yönelten şey sadece elimize Kur’an’ı alıp okumak değildir, buna yazının başında da değindim. Akademik bir okumadan öğrendiğimiz pek çok şey bile, bizim ufkumuzu genişleterek daha iyi düşünen bireyler olmamıza ve belki de o bilgileri yeri geldiğinde Allah yolunda harcamamıza vesile olabilir. Zaten aklı başındaki her inanan, neyi ne kadar yapması gerektiğini Allah’ın izniyle tecrübe ederek tartacaktır. Örneğin günde 1 saat komedi dizisi izlemek bizi rahatlatıp, beynimizi dinlendirmemizi sağlayarak daha üretken yapabildiği gibi (başka önemli ilmi işler yapmada daha enerjik kılabildiği gibi), günün 5 saatini bununla geçirmek bize günün sonunda “öf boş boş duruyorum, bunu 40 dk izleyip şu işle de uğraşabilirdim” dedirtebilir. Üstelik yaptığımız geziler, taşıtlara binmek bile Rabbimizi anma ve tefekküre götürebilen olaylardır: http://evrendepinar.blogspot.com.tr/2015/08/bu-emirlerin-kuranda-gectigini-kac-kisi.html ve http://evrendepinar.blogspot.com.tr/2014/08/bizden-oncekilerin-sonu.html yazılarda değindim. Öyleyse, bugünden itibaren hep birlikte, Rabbimizin yolunda daha dolu dolu yaşayan, ruhunu(iç dünyasını) öldürmeyen, ruhunu yeşerten insanlara dönüşelim inşallah. 

Yazılarımı http://www.allahateslim.com/ sitesinden de okuyabilirsiniz.